14 Eylül 2010 Salı

Görevler Silsilesi

Cadde hareketli. İnsanlar hayatlarındaki son anı yaşıyorlarmış ve cenaze işlemlerini gerçekleştirmek için Mezarlıklar Müdürlüğü kapanmadan yetişmeleri gerekiyormuş gibi hırsla arşınlıyorlar yolları.
Ben yürüyemediğimin farkındayım bir süredir. Sanki boşa dönüyor bacaklarım. Yeri yakalayamıyorlar bir türlü. Patinaj atmak gibi… Duygusal bir sorun olmalı, diye düşünüyorum. Arkadaşım uzaklaşıyor gitgide. Ne o ne başkaları duyuyor beni. Yükselmeye başlıyorum yerden. Çabuk olmalıyım, derken hafif telaşlanıyorum. Bir şeyler düşünmeliyim. Hem de derhal. Güzel bir şeyler. Bir anı. Gelecekle ilgili bir umut…
Yeniden doğacağım o an geliyor o sırada aklıma.
Tekrar konuyor yere ayaklarım. Az önceki bağırışım yankılanıyor havada. Dönüyor arkadaşım. “Naapıyorsun oğlum, hadisene,” diyor. Akıyor altımdan yol. Herkes gibi, ben de yürüyüyorum.
Büyük bir başarı bu!

Saat altıyı on geçiyor.
Bira bardağını masaya yapıştırdıklarını anlıyorum sonunda. Çekmeyi bırakırken kıpkırmızı oluyor, sırıtmaya çalışıyorum. Gülüşüyor arkadaşlar, garsonla birlikte…

Yalnızım. Bir an daldığımı hatırlıyorum. Sonra açtım gözlerimi ve herkesin dağıldığını gördüm. Bir ayna koymuşlar önümdeki sandalyeye. Uyanıyor aksim. Geriniyor. Beni görünce karşısında seviniyor…

Sokağın ucundan bana doğru gelen aileye takılıyor gözüm. On yaşlarında sarışın bir oğlan... Babası saçlarını okşuyor. Anne günün keyfini yansıtan bir kahkaha patlatıyor. El ele yaklaşıyorlar. Yanımdan geçerlerken oğlan bana doğru koşturuyor ani bir kararla. Masaya dayanıp gözlerime bakıyor dimdik. Çocuk bakışları değil bunlar. Göz kırpıp gülmeye çalışıyorum yine de içten.
“Naaber?”
“Böyle mutlu göründüğümüze bakma,” diyor o birden, çabuk çabuk. “Babam beni taciz ediyor.”
Koşturup gidiyor sonra.
Sıkıntı üstüme çullanıveriyor. Aynadaki aksime dönerken beynimde soru işaretleri öylesine bir kalabalık oluşturuyor ki çoğu eziliyor parmaklıkların altında. Birasını kaldırıp “Yaa, bırak,” diyor aksim. Ama devamını getiremiyor. Dönüp yola bakıyor kafasını dağıtmak üzere…

Yolda yürüyorum hızlı hızlı. Meditasyonla başlangıca dönmek mümkün mü acaba? Derin yoğunlaşmada hız yapmak ya da? Çok çok hızlı yürürken hiçbir şey düşünmemeyi başarsam yok olur muyum bir süre sonra?
Düşünce akışımı üstüme doğru yönelmiş, garip bir şekilde sırıtan hırpani bir herif bozuyor. Bir deli olmalı. Üstündeki takım elbise yağ lekeleriyle kaplı. Pantalonunun sağ dizinden altı yok neredeyse. Kulağıma eğiliyor. Geriye çekiliyorum ben. Bir kez daha yaklaşıyor isteksizliğimi takmadan. “Bir filmden çıktım ben,” diyor kıkırdayarak. “Bu dünyaya ait değilim.”
“Hangi filmden?” diyorum alaycı.
“Pelikülden oluşmuşum,” diye devam ediyor o. “İnsan değilim. Bak!” Elimi çekip koluna koyuyor. “Sık.”
Sıkıyorum. Lastik gibi bir şey kolu... Klark çeken gözleri sahne ışıklarını üstüne almış bırakmıyor. Tüylerim diken diken olurken, elimi geriye alıyorum.
“Döneceğim bir gün,” diyor o. “İğrenç burası.” Uzaklaşmak üzere hareketleniyor.
“Hangi film?” diyorum bir kez daha.
“Unuttum ismini,” diyor elini sallayarak. “Boktan bir şeydi zaten ama yine de buradan iyiydi.”

Kitapçının önünde bir kalabalık toplanmış, karşıdaki binanın üçüncü katına doğru bakıyorlar. Onları taklit ediyorum ben de. Bir kadın, boşlukta asılı kalmış dönüyor çığlıklar atarak. İp falan yok onu tutan. Mantıksız bir görüntü bu… Önümdeki tip, yanındaki tombul kadına açıklama yapıyor: “Vicdan boşluğu bu bence. Başka bir şey gelmiyor aklıma.”
Bir başka tip onlara dönüyor. “Tanıyorum onu. Kerhanede çalıştı yıllarca.”
“İntihar ettiğini gözlerimle gördüm,” diyor ellili yaşlarda bir adam. “Ağzımız yüreğimize geldi ama orada kalıverdi bir anda.”
“Düş, düş, düş,” diye bağırıyor bir grup genç.
“Hep orada kalacaksa, yemek su falan vermek lazım ama,” diyor meraklı kadın.
Yükseliyor birden intihar eden kadın dördüncü kata doğru…

Telefonum çalıyor. Refleksiv bir şekilde saatime bakarken niye böyle yaptığımı düşünüyorum. Saate göre mi açacağım telefonu? Sekize beş var. Numarayı tanımıyorum. Aç’a yavaşça bastırırken bu seferde buna takılıyor kafam. Temkinli davranmak neyi değiştirebilir ki telefon açarken?
“Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın?”
Sanki ağzında lokma varmışçasına garip bir sesle konuşuyor karşımdaki. Abartılı bir tarzı var. Birden öksürmeye başlayacak sanki.
“Evet,” diyorum, düşünme ihtiyacı bile hissetmeden ve bir deja-vu algısıyla allak bullak oluyorum. Aynı soruya daha önce binlerce kere aynı cevabı vermişim gibi geliyor…
“Bekle. Yağacak şimdi.”
Gökyüzüne kaldırıyorum kafamı. Söylediği doğru. Parça parça süzülüyor insanların üstüne bir şeyler. Küçük ya da büyük, dar ya da geniş, hafif ya da ağır oldukları anlaşılamıyor. Ruhani bir ışıkla aydınlanıyor çatıların üstü. İniyor parçalar kuş tüylerine benzer bir asillikle. Yakalıyorum bazılarını. Gözlerime yaklaştırıyorum ve görüyorum ki sahte bunlar. Sentetik, yapay… Kıvırır kıvırmaz dağılıp gidiyorlar.
Telefonum çalıyor yine. Açıyorum.
Bir kahkaha atıyor adam. “Ne zannediyordun ki?”

Bir yerlerden kulağıma sızan şu müzik! İnsan selinin ortasında, bir kurt gibi dikleşiyor, notaları burnuma çekmeye çalışıyorum. Barokla progressive rock arasında bir şey... Melodik akışın zenginliğiyle yerime mıhlanmış, aceleyle dükkanların vitrinlerini gözden geçirip, yine hızla üst katların pencerelerine döndürüyorum başımı. Böyle bir grubu hiç duymamış olma ihtimalim var mı? Uzaklaşmaya başlıyor o sırada. Bir kulaklıktan geliyor olmalı! Gerçek aklımda patlayınca panik içinde insanlara bakıyorum, çevremde şaşkın gözlerle dönerek. Öne atılıyor ayaklarım. Ters yöne doğru yürüdümü fark etmem uzun sürmüyor. Dönüp koşturmaya başlıyorum bu sefer. İnsanlara çarpmak falan ilgilendirmiyor beni. Yeniden yakalıyorum şarkıyı o sırada. Org harika bir gitar soloyla paylaşıyor atmosferin fantastik derinliğini. Şehrin üstüne çöreklenmiş bayağılığın içinde antik çağlardan çıkıp gelmiş bir kuşun çığlıklarını andırıyor trombonun çıkışları. Delice bakışlarla ilerlerken kimbilir kimin teninden yükselen baş döndürücü kokuyla ilgilenmemeye çalışıyorum. Ve buluyorum müziğin kaynağını! Sinema afişlerinin altında amaçsızca programa bakıyor. Sarışın, ince uzun bir kız. MP3’ünün sesini köklemiş olmalı. Kulaklıklarından dışarıya akıp diğer sesleri örtüyor şarkı. Omzuna tıklayınca bana doğru dönüyor. Tanımadığı birisiyle karşılaştığı için duraksayarak kuşkulu bir bakışla beni süzüyor. Işıltısı üstüme dökülüyor sanki. Güzelliğiyle, bibere benzeyen tatlı kokusuyla afallamış, kulaklığını işaret ediyorum. Çıkarıyor soru dolu gözlerle.
“Kusura bakma, dinlediğin müzik,” diyorum. “Çok güzel. Daha önce hiç duymamıştım.”
“Müzik mi?” diyor.
Elinde tuttuğu kulaklıklardan dışarı müthiş bir kadın sesi dökülüyor o anda. İlahi bir ses...
“Evet.”
Alay ediyormuşum gibi kafasını sallıyor. “Kulaklıkları taktım ama daha açmadım ki hiçbir şey!”
“Nasıl yani?” diyorum yutkunarak.
“Öyle işte,” diyerek sinirli bir şekilde dönüyor hemen. Kalabalığın arasına tüm dokularıyla sızıp yok olurken şarkı da, birisi volüm düğmesini yavaşça aşağıya indiriyormuşçasına azalıp yok oluyor…

Saat 21.02. Karanlık bir yağmur iniyor aşağıya ansızın. Martılar bembeyaz akvaryum balıkları gibi görünüyor yukarıda. Direklerden farksız, yerlerine çakılmış duruyor olmalı o anda herkes. Kaçacak bir yer yok! Boğulmaktan korkuyorum. Cesaret, diyor birden bilinçaltım. Onu dinlemeye karar veriyor, son hızla koşturmaya başlıyorum. Yüzleri, tam da yanlarından geçerken gölün altında kalmış bir balmumu müzesinde gezinen bir dalgıcın gözleriyle görüyorum. Gülmeye çalışırken nasıl da zavallı görünüyorlar. Soluklarımı kontrol altına almaya çalışırken, ellerim korkuyla ileri uzanmış, hiç durmadan devam ediyorum yola. On dakika kadar sürüyor yağmur duvarının içinden çıkmam. Binlerce belki de onbinlerce insanın arasından, bir Allahın kuluna dokunmadan, bambaşka bir dünyaya fırlamanın şaşkınlığıyla eksenimde dönerken neler olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Bir damla düşüyor o sırada burnumun ucuna.
Birden şemsiyelerini açıyor herkes. Rengârenk bir cümbüşle örtülüveriyor günün üstü…

“Heeey, dostuma bakın yahu!”
Aniden belime sarılıp vücudumu havaya kaldırıyor iri yarı bir herif. Geri çekilip yanaklarımı koca ellerinin arasına alıyor ardından. “Ha ha ha! Ne aramıyorsun lan hayırsız!”
Tanımaya çalışırken utanç suratıma salakça bir gülüş konduruyor.
Bu sefer boynuma sarılıyor o. “Hadi gel, bir şeyler içelim şurada.”
“Şeeey,” diyorum ben.
“Şeyi meyi yok, yürü hadi, bendensin bu akşam.”
Ayaklarımı sürüyerek ona uymaya çalışırken beynimi zorlamayı bırakıyorum. “Nereye gideceğiz?”
“Nevizade’de bir yere otururuz işte.” Gülüyor dostça. “Eşşeoğlueşşek seniii. Sorucam ben sana her şeyin hesabını.”
“Hesap vermeye alışkınım nasıl olsa.”
“Ha?”
“Hesap vermeye alışkınım nasıl olsa.”
Durup bakıyor. “Ne diyorsun oğlum, anlamıyorum.”
“Hesap vermeye alışkınım nasıl olsa.”
“Haaa.” Omzuma elini atıp ileri yönlendiriyor beni. “Kemalettin piçi neler yapıyor?”
“Kim?”
“Kemoş lan işte.”
“Tanımıyorum ben Kemoş falan.”
“Siktir et, ben de tanımıyorum o zaman yavşağı. Onu bırak da şeyi söyle sen, annen hâlâ mezardan kaçmadı mı oğlum? Allah rahmet eylesin, öyle baskın bir karıydı ki sağken...”
Yürümeyi kesiyorum o anda. “Kimsin birader sen?”
O da durup gözlerini kısarak bana bakıyor. Bekliyorum, hafiften sinirlendiğimin bilincinde, kendimi yatıştırmaya çalışarak.
“Ulan yoksa!” diyor o.
Hiçbir şey demeden bakmaya devam ediyorum ben.
“Yoksa… Sen Serdar değil misin lan?”
“Değilim.”
“Hay anasını!” Eğilip dizine bir şaplak atarak gülüyor. “Seni bizim arkadaş sandım be birader. Çok özür dilerim. İkizi gibi benziyorsun… Harbiden…”
“Neyse önemli değil,” diyerek dönmeye hazırlanıyorum.
“İnan hiç başıma gelmemişti böyle bir şey.”
Yoluma gitmek üzere elimi anlayışlı bir hareketle kaldırmışken fikrimi değiştirip soruyorum ansızın. “Fotoğrafı var mı? Şu arkadaşının. Merak ettim de.”
“Haaa, var galiba. Dur bi.” Gülüyor yine abartılı bir şekilde. “Şu işe bak yaaa. Tam komedi.” Cebinden cüzdanını çıkarıp seri hareketlerle açıyor. Bulması uzun sürmüyor. Burnuma doğru uzatıyor fotoğrafı. Bakıyorum. İğrenç bir tip duruyor orada. Gözlerinin altına mor halkalar oturmuş. Gülmeye çalışsa da ağlıyormuşçasına garip bir ifade oluşmuş yüzünde. Armudu andıran kafasını öne eğmiş, pörtlek pörtlek bakıyor, havalı olmaya çalışırken…
“Bu mu benziyor bana?”
“Daha nasıl benzeyecek lan yavşak, aynı sen işte,” diyor o birden.
Tüylerim sırtımda dikleşirken öfkeyle bakıyorum ona.
“Hay Allah, bak görüyor musun, hâlâ sen Serdarmışsın gibi konuşuyorum işte,” diyor o, özür dilercesine bir gülüşle.
Dönüp gidiyorum bir şey söylemeden.

Metroda ışıklar gidip geliyor cızırdayarak. Bir gariplik var! Önümde oturan adamla üç koltuk yanındaki kadının yer değiştirdiğine yemin edebilirim. Bacak bacak üstüne atarken bir an donu görünüyor. Teninin beyazlığı çarpıyor yüzüme. Kızıl saçlarına doğru kalkıyor gözlerim. Camdan dışarı bakıyor o. Yüzünde karmakarışık duygular oynaşıyor sanki. Her an ağlayacakmış gibi görünüyor... Karanlığa batıyor yine vagon. Benim gözkapaklarım da kapanıp açılıyor aynı anda ve orada bir başkasının oturduğunu görüyorum şimdi. Hatırladığım herkesin yerinin değiştiğinden eminim hatta. Yerimde doğrulup neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Az önce sol çaprazımda oturan iki delikanlı şimdi ayakta duruyorlar. Birden, garip bir hisle irkilip yanıma dönüyorum. Orada, gülerek bana bakıyor kızıl saçlı kadın. Boynundan süzülen şeftali kokusunu içime çekerken ben de gülmeye çalışıyorum.
“Çok yalnızım,” diyor o.
Erkekliğimin ayağa dikildiğini hissedebiliyorum.
“Ben de.”
Işıklar sönüp tekrar geliyor bir sarsıntıyla.
Sağ çaprazda, biraz uzakta, uzun boylu yakışıklı bir adamın omzuna başını dayamış, elleri kenetli, ciddi bir yüzle bana bakıyor kadın…

Yanımda babamın soluklarını duyuyorum eve doğru yürürken. Güçlü adımlarının sesini… Öksürüyor. Bakmamak için yoğun bir çaba sarfediyorum. Öldü o. Bu gerçeği sımsıkı tutuyorum aklımın önünde. Kolu koluma değiyor bir ara. Döndürmüyorum başımı. Tüylerim diken diken, adımlarıma konsantre olmuş ilerliyorum. Okşuyor elimi o sırada.
Ve kendime hakim olamıyorum artık. Hızla dönüyor başım.
İncecik vücudu, abartılı bir şekilde şişirdiği dudakları, kısacık kesilmiş saçlarıyla cilveli cilveli beni süzüyor karikatür gibi bir tip.
“Beraber yürüyelim mi?” diye soruyor lafları dişleri arasında yoğurup incelterek.
Tüm sokak bana bakıyormuş gibi geliyor. Yüzüm kıpkırmızı arkada bırakıyorum onu, hızlanarak…

Sabah olmalı. Saatlerdir buradayım. Aynı yerde! Soluk almayı unutmuş birisi için iyi dayandığım aşikâr... Horozlar deliler gibi ötüyor uzun bir süredir. Güneş yükselmeyi reddediyor Boğaz’ın karşı yakasından. Ne yapacağımı bilemez halde ayaklarımın hemen önünden denize kadar uzanan derin çukura bakmayı sürdürüyorum. Evim yok! Apartmanım yok! Beş katlı iki binanın arasındaki boşluk vücuduma sıkıca sarılmış sanki, dönüp gidemiyorum bir türlü. Sabah ezanı başlıyor birden. Çiğe batmış ceketimin içinde büzüşmüş, ellerimi ovuştururken bir ses duyuyorum. Oflayıp puflayarak bir yerlere tırmanmayı taklit ediyor olmalı birisi. Taşların kayışı, üç dört saniye sonra zemine çarpıp yuvarlanmaları da ulaşıyor kulaklarıma. Bir el konuyor o anda önüme. Cevat amcanın kafası çıkıyor çukurun içinden. Bana bakıyor endişeli. Aşırı yorgun görünüyor. Geriye çekiliyorum saygıyla. Çıkıp doğruluyor çok geçmeden. Yüzlerce soru hücum ediyor dilimin ucuna ama orada olmam uygunsuz bir şeymiş gibi şaşkınca ve biraz da sinir içinde söylendiğini fark edip, bakakalmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne gülüyor ne bir selam veriyor. Üstüne yapışmış toprakları temizliyor düşünceli bir şekilde…
“Apartmanımıza nooldu Cevat amca?” Orada geçirdiğim saatlerden ötürü olmalı, stresli ya da hayretle dolu çıkmıyor sesim. Sadece soruyorum.
Hiç beklemediğim bir şekilde, anlamamış gibi bakmaya devam ediyor o, yüzüme. “Sabah namazına gidiyorum evladım,” dedikten hemen sonra da hızla yola düşüyor.
Yetişmeye çalışıyorum. “Cevat amca, tanımadın mı beni?”
“Çok geç kaldım,” diyor nefes nefese. “Başlayacak.”
“Apartmanımız?”
Anlamsız bir şeyler sayıklayarak telaşla uzaklaşıyor. Aramızdaki mesafeyi korumak neredeyse imkânsız. Tam yakasına yapışmak üzere uzanmışken yerime mıhlanıp eskiden caminin yükseldiği geniş alana dikiyorum gözlerimi. Oradaki derin meteor çukurunun başına gelince, ters dönüp ayaklarını sallandırıyor ve yok oluyor bir çabuk Cevat amca. Son bir bakış. Başını sallıyor, onu izlediğime gerçekten kızgın. Ve çekiliveriyor bir köstebek gibi içeriye.
Çukurun yanına bırakılmış ayakkabıların arasından geçip denize doğru yürüyorum ben az sonra…

Sarman bir kedi… Beni görünce, gerinerek kalkıp, yanından geçene kadar dikkatle izliyor. Yanına şüpheyle yaklaşan tekir kediyle bir şeyler mırıldaşıyorlar ardından. Gözlerimi zor çekip alıyorum onlardan. Uyuz bir sokak köpeği, kafasını kaldırıyor ayak seslerimi duyunca. Telaşla ayağa fırlayıp ulumaya başlacakken kıçının olduğu yerden çıkıp yukarıya doğru kayıyor bir yıldız. Acıyla bağırıyor o da aynı anda. Algı kayması olmalı bu, diye düşünüyorum. Balıkçı teknesine tünemiş bir martı öksürüyor o esnada birkaç kere. Sanki uyarmak istiyor birilerini. Denizin hemen bitişiğine yerleştirilmiş bankta birisinin oturduğunu fark ediyorum ilerlerken. Belki üstündeki siyah bluz yüzünden, denize yayılan petroldan farksız, o da karanlığın içine sızıyor sanki. Kıyıya kadar yürüyüp içime yosun, mazot, çürümüş tahta kokularını çekme dürtüm çekingen ayaklarımın yavaşlamasına izin vermiyor. Yaşlıca bir kadın olduğunu görüyorum yaklaşırken. Örgü örüyor sanki. Bir yıldız havaya fırlıyor kafasının hemen altından. Kocaman bir şey! Kuyruğunu savurarak aydınlatıyor karanlığın eteklerine saklanmış karşı kıyıyı.
“Anne!” diyorum hayretler içinde, tam da bankın yanına geldiğimde.
“Ben de seni bekliyordum,” diyor o. Elindeki şişleri iki yana açıp eteğinin üstüne aldığı şeyi bırakıyor. Yavaşça kayıp betonun altına çekiliyor deniz. Yakamozlar fışkırıyor yırtık gibi görünen koyu kara alandan.
“Beni mi bekliyorsun?”
“Evet, tabii ki!”
Yanına otururken soruyorum. “Buraya geleceğimi nereden bildin?”
Karşı kıyıyı süzüyor büyük bir ciddiyetle. “Dilek dilemek için oldukça güzel bir gece. Meteor yağmuru olacak birazdan.”
“Apartmanımızın yok olduğundan haberin var mı? Dışarıda kaldım.”
“Belki de yeni bir hayata geçmelisin artık. Bir şey diyeyim mi sana: Geçmişle boşu boşuna kafanı ütüleyip duruyorsun.” Gökyüzüne kaldırıyor kafasını. “Dilek tutmayı unutma sakın.”
Onun solunda, biraz ileride tatlı tatlı salınan koca trol teknesinin arka tarafında bir parlama oluyor. Sanki burnunu çıkarıp tekrar geriye çekiliyor bir yıldız.
“Beni niye bekliyordun?”
“Bir mektup vereceğim. Babana götürmeni istiyorum.”
Dehşet içinde bakıyorum ona. Aklını kaçırıp kaçırmadığını merak ederken iyice eğiliyorum yüzünü tam olarak görebilme gayretiyle. Öylece denize bakıyor. Sanki az önce o saçmalayan o değilmiş gibi boşvermiş bir ifade var yüzünde.
“Babam öldü.”
“Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun?”
Ağlamaya başladığını sanıyorum. Ama, üşüdüğü için titrediğini anlıyorum elleriyle kollarını sıvazlayınca. Hüzün üstüme çullanıyor. Çok yalnız hissediyorum kendimi birden. Ona sarılsam mı, diye düşünürken, “Fazla vaktimiz yok,” diyor annem. “Al.”
Zarf ellerimde yavaşça kucağıma konuyor. ‘Aşkıma, çok geç olmadan,’ notunu okuyabiliyorum.
“Anne, babam öldü.”
Bana dönüyor yavaşça. Gözlerinde duygulardan oluşmuş acı bir karışım geziniyor sanki. “Onu bulabileceğini biliyorum. Bunun çok önemli olduğunu anlamalısın.”
Kafam karışmış, düşünmeye çalışıyorum. Cevap vermeye kalksam içimde büyüyen öfkeyi yansıtmaktan korktuğum için susup kalmam, bu saçma görevi üstlendiğimi kabul etmem anlamına gelmeyecek mi? Ağzım aralanıyor istemsizce. Vücudumu hafifçe çevirip lafa nereden başlayacağımı bulmaya çalışırken birden yüreğimi hoplatan bir hareketlenmeyle donup kalıyorum. Her yerden fırlıyor binlerce yıldız. Gökyüzünün karanlık noktalarına çıldırmış ellerden fırlamış oklar gibi saplanıp yavaşça tepeye doğru yükseliyorlar.
“İşte,” diye bağırıyor annem ellerini çırparak.
Bense yüreğim sıkışmış, kaçıp kaçmama konusunda kararsız neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sonunda buluşuyorlar yukarıda. O kadar çoklar ki, koca bir güneşten farksız parlıyorlar neşeyle gülen güzel bir kadının dişleri gibi. Sabah doğuyor güne. İnsanlar dışarı çıkıyorlar. Birbirlerine selam verip şakalar yaparak işlerine doğru yürüyor kalabalıklar. Denize bakan balkonlar açılıyor, geriniyor İstanbul, kuşların cıvıltıları arasında umutla sarmalanmış. Ben gözlerimi güneşten çekip alamıyorum. Orada, sanki bir şaşı bak şaşır kartonunu inceliyormuşum gibi, genç bir kadın belirip yok oluyor aralıklarla. Üzgün. Belki de ağlıyor…
“Sen de görüyor musun onu?”
Yanımda kimseyi bulamayınca telaşla arkama bakıyorum. Annem uzaklaşıyor ağır ağır, omuzları sorumluktan çökmüş genç bir kadın gibi…

Tabağımdaki su böreği sanki nefes alıyor. Buğular yağlı nefis bir kokuyu da alıp yükseliyor burnuma doğru. O kadar açım ki, lokmaları ne zaman bitirdiğimi anlamıyorum bile. İştahım çayımdan bir yudum almama bile izin vermemiş. Bardağı ağzıma götürürken pencereden dışarı bakıyorum. Orta yaşlarda, beyaz tenli bir kadın duvarın dibine büzüşmüş ağlıyor. İyi giyimli. Düzgün bir tipe benziyor. Kimse yardım etmiyor ona. Yanından sanki gözleri böyle bir sahneye kapalıymış gibi geçip gidiyorlar. Derdinin ne olabileceğini düşünürken tekrar içeriye bakıyorum ve tabağımın silme su böreği dolu olduğunu görüyorum.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diyor garson.
“Yok sağol,” diyorum.
Çaya gidiyor elim. Kısa bir kararsızlık anından sonra çatala yöneliyor. İlk lokma sevilmeyi bekleyen bir kedi gibi yerleşiyor damağıma.
Deja-vu bu. Aynı anı yaşıyorum daha beş dakika geçmeden. Her şeyin farkında olmak ne güzel! Keyifle, bir çırpıda bitiriyorum önümdekileri. Çayımdan bir yudum alırken pencereden dışarı bakıyorum. Ağlıyor kadın duvarın dibine kendini bırakmış. Dönünce garsonu başımda buluyorum yine. Tabağım dolu.
“Sağol, ama doydum ben,” diyorum.
Gülüyor şaka yapmışım gibi. Yine de bir şüphe ışığı oynaşmıyor değil gözlerinde.
Yemeğe girişiyorum, sanki onun varlığını bir anda unutmuşum gibi.
“Hep böyleydin sen,” diyor birisi. Kafamı kaldırıp, sessizce karşıma kurulmuş arkadaşıma bakıyorum. Tuncay! “Kimseye değer vermezdin. İnsanları dinler gibi yapardın.”
O bir şeyler anlatırken esneme tutardı beni hep. Gülme isteğimi zor tutuyorum şimdi. “Bu ne? Beni suçlama günü mü?” derken tabağıma eğilip bir lokma daha atıyorum ağzıma. Esniyorum sonra kendimi tutamayıp…
Dokularının zayıflayıp havada bir yerlere tutunmaya çalışırcasına titreştiği anı yakalıyorum kafamı kaldırdığımda. Silinip gidiyor sonra birden. Su böreği büyüyor sanki; neredeyse ağzıma sığmıyor. Zorla başarıyorum yutkunmayı.
“Senden nefret ediyorum!”
Bir kız beliriyor karşımda.
“Gerçekten nefret ediyorum.”
Onu tanıyor muyum?
“Ne o, şimdi de tanımamazlığa mı geliyorsun beni?” diye soruyor sinirli bir gülüşle.
“Çıkaramadım,” diyecekken yüklem anlamını kaybediyor. Yavaştan kaybolmaya başlıyor o da. “Bir dakika, yapma bunu, lütfen, sana söyleyeceğim çok önemli şeyler var,” diyor panik ve kızgınlık karışımı bakışlarla. “Bir kere olsun karşındakinin hislerini paylaşmayı denesen noolur?”
“Ben bir şey yapmıyorum.”
“Biliyor musun korkağın tekisin sen…”
Lafını bitiremeden kayboluyor. Bir hüzün çöküyor üstüme. Kaçarcasına dışarıya dönüyor gözlerim. Duvarın dibinde, aç bir berduş gibi büzüşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor kadın. Bir Allahın kulu durup sormuyor derdini. Ona yardım etmeliyim diye düşündüğüm anda kaslarım ip gibi geriliyor. Doğrulmaya çalışıyorum ardından ve görüyorum ki tabağım dolu. Çaydan sımsıcak buğular yükselip burnuma yaklaşıyor. Yıvışık, yaşlı bir konsomatristi andırıyor hareketleri.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diye soruyor, başımda bekleyen garson.
“Hesabı alabilir miyim?” derken birden bir yıldırım gibi iniyor beynime şok. Elim cüzdanıma gidiyor hızla. Dışarı çıkarırken, nasıl olup da param olup olmadığına bakmam, diye öfkeyle soruyorum kendime. Ne zannediyorum ki kendimi! Gerçekle yüzleşirkense suratım buruşuveriyor: Cüzdanım bomboş!
“Anneniz ödedi hesabı beyefendi,” diyor o sırada garson.
“Nasıl!”
“Anneniz hesabı ödedi. Dört porsiyon karışık su böreği, dört çay.”
Kafam karışmış bakıyorum ona. “Nereden tanıyorsunuz beni? Annem…”
“Tanımamız gerektiği zaman tanıyoruz beyefendi. Üstelik her şey bu kadar açıkken...”
Onu küçümsediğimi ima eden, suçlu hissettirecek, anlayış bekleyen bir bakış atarak dönüp gidiyor. Dışarı çıkıyorum ben artık konuşmayı beceremeyerek. Ayaklarımı sürüdüğümü farkediyorum küçüklüğümde kafam karıştığında yaptığım gibi. Utanç içinde durup trafiğe kaldırıyorum başımı. Koca bir el, tek tek figüran koyuyor kaldırıma. Kalabalıklaşıyor birden ortalık. Yapay gülüşler kaplıyor her yanı. Tiyatro salonlarında, oyun başlamadan önce duyulan bir uğultu doluyor kulaklarıma. Beni tutup kendine çevirdikten, bir an inceledikten sonra tekrar yerime koyuyor el…

Orta yaşlı, aşırı ince bir adam... Sarı saçlarını özenle briyantinlemiş. Uzun, kemikli kolları vücuduna sonradan eklemlenmiş sanki. Üstünde smokin, bir elinde değnek… Trafiğin ortasına yerleştirdiği sandalyenin üstünde, topukları bitişik, kendinden emin bir şişinmeyle yay gibi geriliyor. Görünmez bir orkestranın, onun kıvrak el hareketleriyle oluşan coşkuyu halka fevkalade bir şekilde yansıttığını yüzündeki zaferane gülüş pek güzel anlatıyor. Gülüyor kaldırıma birikmiş insanlar.
“Arkadaşım, hangi türküyü çaldığını söyle de biz de eşlik edelim,” diye bağırıyor birisi.
Alıp denize doğru savuruyor onu koca el.
Yanımda bir kadın konuşuyor aynı anda. “Duymuyorlar, o kadar etkili ki? Ama anlayamaz onlar… Hayır, anlayamazlar!”
Kırklı yaşlarda, iyi giyimli, hoş bir kadın bu… Az önce duvara sırtını dayamış ağlayan kadını andırıyor. Gözlerini yummuş, müziği tüm duyularıyla hissettiğini ilan edercesine hafif kaldırmış çenesini. Huşu içinde titreşiyor dudakları.
Duymaya çalışıyorum ben de fakat hiçbir şey ulaşmıyor kulaklarıma. Tekrar maestroya bakıyorum sonra. Pilli bir oyuncaktan farksız, yerinde duramıyor. Terler yanaklarından çenesine akıp smokinine damlıyor. Müziği yükselttiği belli oluyor şimdi. Gözlerini sıkıca kapatmış, dişleri birbirine geçmiş, gülmeyle ağlama arası bir mimik sergiliyor bunu yaparken. Ellerini bel kısmına indirip birden yukarı kaldırıyor ansızın. Sonra bir daha yapıyor aynı şeyi. Değnek yukarıda titreşiyor.
İlk, karışıyor caddenin öteleri. Kornalar fırlıyor havaya. Bazı arabalardan öfkeyle dışarı çıkıyor insanlar. Küfür ederken ağızlarından tükürükler saçılıyor. Dükkânlarından fırlayıp Allah belanızı versin demekten kendilerini alamıyor esnaflar. Arabalar dört yol ağzında birbirine giriyor. Bağırıyor az önce orkestra şefine gülen herkes avaz avaz, kontrollerini tamamen kaybetmiş...
Düşüveren omuzlarından aşağı sarkıyor ansızın kolları maestronun. Çenesi de buluşuyor göğsüyle. Yorgun, bitkin, zorlukla nefes alıyor. Bitiyor müzik. Daha çok ortaya çıkan dip gürültüsünden anlıyorum bunu.
Koca bir el yukarıdan inip tek tek alıyor insanları. Birbirine geçmiş, kaportaları yamulmuş arabaları da denize savuruyor çabuk hareketlerle. Beni alıp kendine çeviriyor. Sonra tekrar yerime koyup saçlarımı düzelterek hiç vakit geçirmeden gökyüzünün maviliğine gömülüveriyor…

Boyası dökülmüş duvarın yanında, kadının vücudu zangır zangır titriyor. Parmakları saçlarına geçmiş. Sanki birden her yandan üstüne yumruklar tekmeler inecekmişçesine büzüşmüş vücudu. Yaklaşıyorum ürkek bakışlarla çevremi yoklayarak.
“Pardon, iyi misiniz?” Uzanıp omzunu tutuyorum hafifçe. “Yardım edebileceğim bir şey varsa…” Öne doğru bir adım daha atıp bakışlarını yakalamaya çalışıyorum. Utançla çeviriyor mora çalmış yüzünü duvara doğru. “Bir yeriniz mi ağrıyor? Sizi…”
Lafımı bitiremeden sağımda, uzakta, köşebaşının orada bir bağırış patlıyor.
“Arkadaşım, naapıyorsun sen?”
Doğrulup bakıyorum. Beyaz saçlı, güdük, domuz suratlı bir herifin doğruca beni hedef aldığını görüyorum konuşurken. “Aklına bile getirme!”
“Neyi?” diye soruyorum şüpheyle. Düşmanca ifadeyi üstüne alır almaz öfkeye boğulan yüzümün kırmızıya çaldığını algılayabiliyorum.
“Cezalı o,” diyor, küçük ayaklarıyla iki metre kadar yanıma sokulmuş bir teyze sinirden öksürüğe boğularak. Başörtüsünün altında bir kabarıklık oluyor o anda. Yılan gibi bir şey kayıp gidiyor sanki bilinmeyen bir yerlere…
O sırada duyuyorum birden. Dışarıya süzülen tatlı bir melodi var, yerdeki kadının sinire tutulmuş, birbirine çarpıp tıkırdayan dişlerinin arasından. Daha çok, bir kemanı andırıyor. Hızla akıp gidiyor notaların arasında bir şeylerden kaçmak istermiş gibi…
“Ağlıyor o,” diyorum domuz suratlı adama dönerek. “Bir derdi olmalı.”
Ve kurulmuş gibi, her yandan sinir içinde bağırmaya girişiyor halk. Korkuyu melodiye dökmekle görevli bir opera korosu geliyor aklıma. Çevrem kin ve öfkeyle sarılıyor ansızın.
“Orada kalacak o,” laflarını tükürürcesine söylüyor bir yaşlı. Bastonunu güçsüz elinde zorlukla kaldırırken her yanı zangırdıyor. “Adi orospu!”
“Özür dileyecek önce,” diye bağırıyor küçük bir kız çocuğu, cırtlak sesiyle.
Üflemeli çalgılar kemanın arkasında tehditkâr bir tonda yükseliyor.
“Anlamıyorsunuz,” diyorum ben ve bir başkasının ağzından konuştuğumu algılıyorum aynı anda. “Duymayı bilmiyorsunuz. Dinlemiyorsunuz!”
Sevmeyi bilmiyorsunuz, lafı beynime oturuyor ama konuşamıyorum daha fazla. Çevremi saran güruhun iyice yaklaştığını görüyorum. Nefretle bakıyorlar yüzüme. Susuyor kadın birden. İnsanlar da önce bir sendeleyip sonra kafaları karışmışçasına bir tereddütle beni izlemeye devam ediyorlar. Yumuşacık bir ıslık doğuyor o anda arkamdan. Tatlı, folklorik bir melodi... Solgunlaşıyor günün sert konturları. Herkes dönüp yürümeye başlıyor birden. Bizi daha önce hiç görmemişler gibi... Bazıları şakayla sırtına vuruyor yanındakilerin. Esnaflar içeri girmek üzere dükkanlarına çeviriyorlar yüzlerini. Ve o sırada iniyor koca el yukarıdan. Kadını alıp yerine bir orangutan koyup çekiliveriyor.
Beni kendine çevirip bakıyor. Ardından tekrar yerime koyup gömleğimi düzelttikten sonra bulutların arasına gömülüp yok oluyor.
Ağlıyor orangutan, duvara sağ omzunu yerleştirmiş, iki büklüm dövünerek…

Park sonbaharın gri bulutları altında rüzgara boyun eğmiş can çekişiyor. Dalmış da, yıllarca yürüdüğünü anlamamış biri denli yorgunum ben. Çöküyorum banklardan birine. Nefes alır verirken her yanı kaplayan ağaçlık doku şişip geri iniyormuş gibi geliyor. Kırk kişilik bir sınıfın okul sıraları denize doğru muntazam bir şekilde dizilmiş. Sadece tek bir öğrenci oturuyor en önde. Başını defterine gömmüş sallana sallana yüksek sesle okuyor Gençliğe Hitabe’yi. Elimde çeviriyorum bir kere mektubu. Sanki daha önce de ne yapacağını bilemez bir elde binlerce kez dönüp durmuş gibi, parmak izleriyle gri bir yıpranmışlık sinmiş dokusuna. Daha yarım saat önce bembeyaz olduğunu hatırlıyorum oysa. Çok yorgun hissediyorum kendimi. Uyumayalı ne kadar zaman geçtiğini düşünecekken içim geçiyor aniden. Bir ses “Kalk,” diyor aynı anda ve gözlerim tekrar açılıyor. Konuşanın annem olduğuna yemin edebilirim. O kadar net ve yakından geldi ki, onu yanımda bulamadığıma şaşkın, gözlerimi ovalıyorum. Mırıl mırıl bir başka ses ulaşıyor o sırada kulaklarıma. Yaşlıca bir adam, koca bir söğüt ağacına bir sırrı paylaşacakmışçasına eğilmiş kıkırdıyor keyifli keyifli. Bir şaplak atıyor kabuğa, gülerek doğruluyor. Bana dönüyor sonra. Gözlerine hücum etmiş yaşları silerek benim de neşesine ortak olup olmadığımı inceliyor.
“Ne herif be,” diyor ağacı göstererek. “Hep böyle komikti. Hiç değişmedi.”
“Kim?”
“Bizim Hayri. Askerlik arkadaşım. Rizeli o da…”
Ağaca bakarken gözlerim kısılıyor. “Gel gel,” diye çağırıyor beni o. Yetmişli yaşlarda olmalı. Deliye benzediğini söyleyemem; daha çok efendi bir adam der tipine bakan. Israrla çağırıyor ben kararsızlığımı aşamadıkça. Eli havada motor gibi çalışırken kalkıyorum. Tam dört ve bir yarım adım tutuyor ağacın yanına ulaşmam.
“Dinle,” diyor adam.
Kulağımı yaslayıp bekliyorum bir süre. Tam geriye çekilip hiçbir şey duymadığımı söyleyecekken birden bir inilti fark ediyorum. Sahibini kaybetmiş bir köpekten ya da işkence tabutuna kapatılmış bir dilsizden çıkacak bir ses bu. İçim parçalanırken geri çekiliyorum hemen.
“Her gün geliyorum muntazaman,” derken torbasından bir şey çıkarıyor adam. “Bak, buna asla dayanamıyor.” Elindeki kutuyu çevirip kazandibini kazdığı çukura dökerek bir çırpıda örtüyor üstünü. “Görüyor musun nasıl da titreşmeye başladı yaprakları.” Bana çeviriyor yine bakışlarını. “Neler anlattı. Matrak değil mi kerhaneci? Hep öyleydi o, donumuza işetirdi bizi gençken.”
“İnliyor,” diyorum ben terbiyesizlik etmekten çekinerek. “Acı çekiyor olmasın.”
“Yok canım. Çok keyifli bugünlerde. Yeni müezzin geldi ya. Yanık mı yanık sesi. Çok hoşuna gidiyor onun da. İşi iş zaten. Çocuklar, gençler, ohooo…”
Dayıyorum yine kulağımı yavaşça. Büyük bir acıyla ağlıyor içeride bir şey. Kelimelere dönüşmese de bir şeyleri algılatmayı başarıyor iniş çıkışları. Karanlık imgeler çullanıyor üstüme. Ağlama isteği bastırıyor bir anda. Geriye zor çekiyorum kendimi. Belki de tam zamanında… Üstüme çullanan ölüm korkusu olmalı. Koşturduğumu hatırlıyorum. Tekrar düşünebildiğimde yolda olduğumu fark ediyorum. İniltiler akıyor şehrin her yanından kulaklarıma…

Genç bir çift geçiyor yanımdan neşeyle gülüşerek. Yere damlayan kanlara kayıyor gözlerim. Kurslarda boş bırakılan alanlardaki noktaları andırıyor caddedeki iz. Dolduramıyorum bir türlü içini. Başım tekrar yukarıya kalkarken, kızın bileğini buluyorum. Derin bir yarık var orada. Parmaklarının ucundan şıp şıp yere atlıyor kan. Al yanaklarında neşe, dünyayı unutmuş, sohbet ederek uzaklaşıyor sevgililer. Silinip gidiyor lekeler arkalarından, buharlaşan fare salyalarından farksız…

Telefonum birden çalınca irkiliyorum. Hiçbir şey yazmıyor kadranda. Kulağıma götürürken açıyorum. Uzunca bir sessizlikten sonra “Geri gel,” diyor yumuşacık bir kederle sarmalanmış tatlı bir kadın sesi. Üstüme çullanan duygu seliyle afallarken, “Kimi aramıştınız?” diye soruyorum. Neden vicdan azabı çektiğimi düşünüyorum aynı anda.
“Geri gel, lütfen,” diyor kadın. Sesi acıyla titriyor. “Çok özledim seni.”
Sıkıntı beni bacası tıkalı bir şömineden havaya yayılan kurum gibi çevreliyor. Onu tanımalı mıyım yoksa?
“Eee, kimi aramıştınız?”
“Geri gel.”
“Yanlış numara olmalı hanımefendi.”
Kapanıyor telefon ansızın. Bekliyorum bir süre sanki öyle durursam tekrar açılırmış gibi.
“Geri dön,” diyor içimden bir ses.
“Yanlış numara,” diyorum ben dışımdan.
Geriye dönüyorum sonra. Az önce yüzüm dönük baktığım caddenin aynısını görünce, bir iki adım atıyorum afallamış. Tekrar öbür tarafa çeviriyorum vücudumu sonra. Orası da aynı. Gözlerimden yaşların ip gibi indiğini hissediyorum yanaklarıma.
“Geri dön,” diye çınlıyor kulaklarımda ses.
Dönüyorum. Sanki biri benden daha hızlı, apartmanları, oyun parkını, insanları alıp önüme koyuveriyor. Aynılığın içinde ya ileri ya da geri devam ediyorum yoluma, ayaklarımı sürüyerek…

Gece kuşlarıyla kaplanıyor birden ortalık. Gözleri kapalı olsa, şehirdeki tüm kapıların aynı anda gıcırdatıldığını sanabilir insan. Kalbim sıkışıyor. Kaçıp gitme dürtüsü çullanıyor üstüme.
“On yaşımda görmüştüm buna benzer bir şey,” diyor bastonuna dayanmış bir yaşlı.
“Noolmuştu o zaman?”
“Ölmüştü herkes.”
Birden sönüyor ışıklar. Sanki birisi düğmeyi kapatıyor. Ellerim önde, panik içinde çöküyorum. Koşuşturmalar, bağırışlarla sarılıyor çevrem. Yanıyor sonra. Güneş pasparlak duruyor şimdi yerli yerinde. Gece kuşlarının çığlıkları uzaklaşıyor an be an.
Bağırıyor birisi canhıraş: “Onurumu çaldılar!”

Telefonum saraya tutulmuş gibi titriyor ellerimin arasında. Açıyorum.
“Sonraki yaşamında öldürüleceksin,” diyor kalın bir erkek sesi, fısıldamaya çalışarak. “32 yaşında, bir faşistin silahından çıkan kurşunla… Sana Kazancı yokuşundan inerken pusu kuracak köpekler! Ben de orada olacağım… Üstüne eğileceğim ağlayarak. Elim ayağım tutmayacak. İnan bana, bir daha hiçbirimiz için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Karın…”
“Pardon,” diyerek kesiyorum onun sözlerini. “Yanlış numara olmalı. Kimi aramıştınız siz?”
Bir an bekliyor. Soluyor yaralı bir hayvan gibi. “Celal!” diye soruyor sonra şüpheli.
“Yanlış numara beyefendi.”
Kapanıyor telefon… Geride bıraktığı klik sesi, büyüyüp gidiyor kulaklarımın içinde.
Bir yokuşun başında olduğumu o an fark ediyorum. Tüylerimi diken diken eden seslerle birden iki çocuk fırlıyor sağdaki sokaktan. Nefret dolu bakışları gözlerime kilitlenmiş, delice haykırarak koşuyor, önümde zınk diye duruyorlar. Ellerindeki silahları kaldırıp beynime doğrultuyor ve “Buf, buf!” diye bağırıyorlar patlama sesini taklit ederek. Ölmüş numarası yapmamı bekliyorlar ardından. Ve yine ateşliyorlar silahlarını. Ciddi suratlarına bakamıyorum artık. İçim boşalmış gitmiş, yavaşça dönüp yürüyorum.
“Korkak!” diye bağırıyor arkamdan birisi. Gülüyor öbürü kıkır kıkır…

Yaklaştığımı görünce, hevesle bana doğru meyillenip elime bir reklam broşürü tutuşturmaya çalışıyor kızın biri. İstemediğimi belirtmek için başımı salladığımda suratı hüsranla buruşuyor; iki damla yaş yanaklarına akarken alnını aşağıya eğerek çaresizce sallanıyor yerinde. Duruyorum ben de, şaşkın. Çekip alıyorum elinde artık iğreti duran kağıdı. Abartılı bir neşeyle kameraya gülen bir adam var orada. Şişeyi ufacık bir kedi yavrusu gibi bastırmış yanağına. Benim o! Altımda büyük beyaz harflerle “Ölmüş babasını arayan adam Arko kullanıyor,” yazıyor.
Büyük bir öfkeyle doluyorum ansızın. İki elimle broşürün kenarına yapışıp yırtarken birden büyük bir acıyla kalakalıyorum. Gözlerime yaşlar yürürken belimi tutuyorum bir elimle. Soluksuz, çöküyorum yere ve kağıda bakıyorum o sırada. Böğrüme kadar yırtıldığını görüyorum. O da, gevşek gülüşünü bırakmış, şişeyi elinden düşürmüş acıyla bana bakıyor artık…

Yorgunum. En son ne zaman uyudum hatırlamıyorum. Bir an kapatıyorum gözlerimi. Açtığımda avucuma ne zaman kim tarafından konduğunu bilmediğim şişeye bakıyorum bomboş. Sıkmaktan parmak boğumlarıma kan oturmuş. Ağzımda bir tat. Geçmişten çıkıp gelen bir sürpriz sanki… O güne kadar içtiğim hiçbir şeyle çakışmıyor. Daha yoğun. Yaşadığım bir şeylerin tadı. Anne sütü geliyor aklıma. Öyle olsa anlar mıydım? Hatırlar mıydım onun damağımda bıraktığı lezzeti?
Düşüyor elimden şişe o anda. Kırıklar dört bin yana saçılıyor. Yanıyor herkesin canı biraz, sırf ben doğduğum için…

Kafamı çevirdiğimde görüyorum onu. Bankamatikte sırada duruyor. Gülüşünde garip bir hava var. Orada ne zamandır kendisine bakmamı bekliyormuş gibi cilveyle önüne dönüyor hemen. Dilini dudağının üstünde gezdirdikten sonra çekimime karşı koyamıyormuş gibi ama yine de alaycı bir ifadeyle bana çeviriyor başını. Adımlarımın öne doğru istemsizce atıldığını fark ediyorum aramızdaki mesafe her saniye biraz daha erirken. Tüylerim ayakta, yanaklarım ateşler içinde ilerliyorum ağır ağır. Kısa eteğinin altında pürüzsüz teni özel bir alaşımla kaplanmış gibi parlıyor. Yutkunurken boynuna çevriliyor gözlerim. Isırma isteği yürüyor aklıma. Üstüme çullanan delice ihtirastan kurtulmak için başımı sallarken, yandan açılmış beyaz göğsüne takılıyor gözlerim. Arkasındayken nasıl olup da göğüslerini görebildiğimi anlayamıyorum. Ağzımdan gömleğime damlıyor galiba salyalar. Tükürüklerimi geri alma gayretiyle ağzımı salakça buruşturup iğrenç bir ses çıkartırken gülüyor birisi yanımdan. Parasını alıyor kadın. Dönerken kaçamak bir bakışla görünmez bir zincir çekiyor aramıza. Dalgalanıp bükülüyor sanki hava. Büyülenmişçe yürüyorum peşinden. Sağdan ikinci sokağa sapıyor kırıtarak. Dizlerim titriyor benim. Kıçının devinimiyle kafam sağa sola yatınca kıkırdamalar geliyor arkamdan. Dönüp baksam mı diye düşünmeye çalışırken düşünceler de dağılıp gidiyor sokağın savruluşuyla. Kadının yuvarlak omuzlarını incelerken buluyorum ben kendimi. O sırada hiç beklemediğim garip bir şey yapıyor o. Omzundaki şalı çıkarıp yere atıyor. Kafam karışmış, yaklaşıyor, başında bir an duruyorum.
“Al al!” diyor birisi arkamdan yalakça.
Çöküp alıyorum ben başkaca bir seçeneği aklıma bile getirmeden. Ve biraz ileride bu sefer yeleğin bırakıldığını görüyorum yere. Neredeyse koştururken buluyorum kendimi az sonra. O bir başka sokağa saparken ben yün yeleği aceleyle kapıyor ve onu kaybetme korkusuyla bir çabuk köşeye yollanıyorum. Orada, ayağını şuh bir hareketle kaldırıp topuğunu düzeltirken bir an için bakıyor bana. Kumral saçları yüzünden saçılan beyazlığı örtemiyor. O garip gülüş aynı yerde aynı şekilde duruyor. Dizinden bileğine bir şelale gibi akıyor şehvetin yumuşacık tülü…
“Yürüsene lan!” diyor birisi yüksek sesle.
“Neyi bekliyor acaba?” diye soruyor bir başkası.
“Şşşt,” diyor yaşlıca bir ses, boğuk.
Öne doğru bir adım atmamı bekliyor sanki kadın. Birden havalı bir hareketle dönüp binadan içeri girerken sokak titriyor. İç içe geçiyor boyutlar. Kapının önünde buluyorum kendimi o an. Onun merdivenleri çıktığını da aynı zamanda görüyorum. Eteğini sıyırıp yere bıraktığını! Kıçının diriliğine kondurulmuş bir kelebekten farksız şeffaf pembe donundan aşağıya mavi topuklularına kadar iniyor gözlerim. Yutkunuşuma koca bir top güllesi karışıyor.
“Yapamayacaksan yoldan çekil arkadaşım,” diye fısıldıyor birisi, kulağımın hemen yanında.
Yukarı doğru koşturup karanlığın içine batıyorum bir çabuk. Eteğin üstüne bastığımı kasıklarıma vuran heyecan dalgasından anlıyorum. Topuk sesleri sert ve tok oturuyor kulaklarıma. Dönüp baktığımda ne merdivenleri ne de duvarları görebiliyorum.
“Hepimiz için becermelisin onu,” diyor birisi arkamda.
Kaslarımdan başka hiçbir ipucu yok merdivenlerden yukarıya çıktığımı gösteren. Soğuyor yavaştan, alnımdan yanaklarıma süzülen terler. Gıcırtıyla açıldığını duyuyorum bir kapının. Şuh bir kahkaha geliyor ardından. Diken diken oluyor ensemdeki tüyler. Yankılar ayaklarıma dolanıyor. Ona seslenme isteği içinde, bunun doğru kaçıp kaçmayacağını düşünürken susuyorum. Işıklar yanıyor birden. Zorlama gülüşü bir kat kadar üstümde, dairenin içinden çıkıp kulağıma uzanıyor. Tırabzana tutunup yukarıya çekiyorum kendimi. Bacaklarının pürüzsüz fildişi ışıklarına doğru sürükleniyorum beynini yitirmiş bir alık gibi. Kapının önünde dururken ne yapacağımı bilemiyorum. Ani bir kararla adımımı içeriye atınca bir alkış tufanı kopuyor merdivenlerden. Uzatıyorum kafamı. Salon boş. Diğer tarafta iç odalara uzanan koridor da ıssız. Yürüyorum tedirgin. Banyonun önünden geçerken açık bırakılmış sıcak suyun buharı yanaklarıma vuruyor. Heyecan yüreğimi sıkıştırıyor. Korku mideme çöreklenmiş bir yılan, boynunu ağırdan havaya dikerken, salaklık etme, git buradan, diye tıslıyor. İki adım daha ve yatak odasının kapısında duruyorum artık. Kapalı perdelere sırtını vermiş, bir parmağını ağzına sokmuş, ayaklarından birini duvara dayamış, şehvetin sık soluklarıyla bana baktığını görüyorum onun. Gülmüyor artık. Hiçbir şey söylemiyor. Sadece izliyor, loş bir ışıkla yıkanmış. Koridora bakıyorum çekingen ve kaçışıyor gölgeler telaşla. Belli belirsiz kıkırdamalar geliyor dışarıdan.
Bir saatin sesi yükseliyor o an. Sanki birisi kol saatine mikrofonu dayayıp anfinin volümünü köklemiş, sesi devasa kolonlara vermişçesine zangırdıyor her yer. Tik tak, tik tak… Avuçlarımı kulaklarıma bastırarak yere çökerken çenem sonuna kadar açılıyor. Bir inilti kopuyor boğazımdan. Yerin, ayaklarımın altından kaydığını algılayabiliyorum. Gülüyor o şimdi. Cinsel mesajlarla dolu, tatlı, yumuşacık bir gülüş. Sağır mı yoksa? Yelkovanın vuruşu bir tıkla geriye atıyor. Gözlerimi koridorda açıyorum o an. Ve kurulmuş gibi ayağa fırlayıp yukarı koşturuyor, evden içeri dalıyorum. Yatak odasının önüne geldiğimde aynı pozda aynı şekilde bakarken buluyorum onu. Nefesimi düzene sokmaya çalışır, öne doğru bir adım atarken şüpheyle duvarları gözden geçiriyorum. Çıplak beyaz göğüsleri bakışlarımı üstüne çekiyor hemen. Sık sık soluk alıp verdiğini görebiliyorum. Parmağını ağzından çıkarıp göğüslerine kaydırıyor. Yürüyorum. Yaklaşıyorum. Yanında duruyorum. Elim uzanıp saçlarıyla buluşuyor ve kadın ağırdan, yerçekiminin onun üzerinde pek de hükmü yokmuşçasına yana devriliyor. Dehşet içinde bakıyorum yere. Çöküp bedenine yapışıyor, ayağa kaldırıyorum boş bir çantadan farksız. Boynunu tutup var gücümle sıkarken terler fışkırıyor alnımdan. Anlamsızlık canımı almış küçük bir bebek gibi sıkıştırıyor. Vıyk vıyk sesler çıkıyor kadından. Plastik o. Sadece plastik…

“Ben Tanrıyım!” diye öfkeyle bağırıyor, meyve kasalarından birini yola koyup üstüne çıkmış adam. Üstü başı yırtık pırtık. Çıplak ayakları kirden neredeyse siyah. Göğsüne, bıçakla derin bir şekilde kazınmış çarpıya bakıyorum. Derisi pıhtılarla kabarık. Gözlerimi almaya çalışıyorum oradan, midem bulanmış.
Kimse ilgilenmiyor. Bir kişi bile bakmıyor ondan tarafa.
Ağzından köpükler saçarak bağırıyor o yine. “Tanrıyım ben! Tanrı! Allahın belaları, buraya bakın!”
Kimse döndürmüyor kafasını. Telaşla yürüyor, telaşla konuşuyor, telaşla tıkınıyorlar.
“Tanrıyım ben!”
Toplanıyor kapkara bulutlar yukarıda. Şimşekler birbiri içine girerken sarhoş bir örümceğin ağını taklit ediyor. Bir homurtu yükseliyor yerin altından. Titriyor beton.
“Sizi pezevenkler, beni dinleyin diyorum!”
Duruyor birisi ansızın. Yaklaşıp, cebinden çıkardığı bir lirayı kasanın üstüne koyup hızla uzaklaşıyor.
Suratı değişiyor adamın. Mahcup bir gülümsemeyle, çenesini hızla aşağı indirirken “Çok sağolun,” diyor titrek bir sesle. Bağışçının arkasından duygulu bakıyor bir an ve şak diye yine öne çıkarıyor göğsünü, iyice dikilip şöyle bir sallanıyor parmak uçlarında. Gözlerine ateş yürüyor.
“Tanrıyım ben!” diye bağırıyor tükürükle dolu. “Canınıza okuyacağım bir gün, göreceksiniz…”

Durak bizi güneşten kopup belli aralıklarla yerde patlayan koca histeri damlalarından koruyor. İçeriye sığınıp köşeye korkak bir çocuk gibi büzüşmüş gölgeden bize kalan o küçücük alanda otobüs beklerken birbirimize geçiyoruz sıkışmış. Nereye gideceğimi, babamı ilkönce nerede aramam gerektiğini düşünmeye çalıştığım her seferde önüme bir görüntü gelip oturuyor. Taş bir yapıda küçücük pembe bir pencere açılıp, bir tavşan somurtuk suratını dışarı çıkartıyor ve beni görünce göz kapaklarını kırpıştırarak şöyle diyor: “Ne duruyorsun orada aptal gibi, hadi içeri geç.” Beynime kuşku oturuyor birden, koluma da tanımlanamaz bir soğuk. Elimi hızla çekip gölgeden kurtarırken, insanları ittirerek öne alıyorum hemen vücudumu. Başlar görünmez bir streç kağıdını ittirirmişçesine belirip yeniden içeri çekiliyorlar ve küçülüyor gölge yeniden. Huzursuzluk hissi, kurtulmaya çalışsam gözeneklerime iyice yayılacak kurumlar gibi duruyor uyuşmuş bedenimin üstünde. Karşı kaldırımdan bir haykırış kopuyor o sırada. Delice çırpınıp koşturan bir kadın görüyor oraya çevrilen gözlerimiz. Saçlarını çekiştirirken yardım istercesine dört bir yanına bakıyor durmadan. Koşturup geliyor çevrede balık avlayanlardan birkaçı. Duruyor iki üç araba. Bir şey dikkatimi çekiyor o an. Onlardan on metre kadar ileride denizin tam üstünde bağdaş kurmuş, asılı duran küçücük bir bebek! Yerdekilere gülücükler savuruyor ve ben duyuyorum artık kadını.
“Oğlum! Oğlum! Lütfen yardım edin!”
Histerik bir haykırışla dizlerinin üstüne çöküyor hemen ardından. Bayılacakmışçasına arkaya atıyor kendini sonra, üstündeki gömleği çekiştiriyor nefes almaya çalışarak. Gülüyor çocuk tatlı tatlı ve yükseliyor biraz daha. Ağzındaki emzikten çıkarttığı şapırtıların kulaklarımıza kadar ulaşması bana tuhaf geliyor.
“Çok şımartmışlar,” diyor yanımdaki yaşlı. Dudaklarını büzerek ağzını şaplatıyor ardından. Bir gözü takma olmalı. Direk bana bakıyor kafası denizden yana dönükken.
“Bir ip bulsanıza!” diye bağırıyor deniz kıyısındakilerden biri. “Çabuk.”
Çocuğun bir anda elli metre kadar yukarıya çıktığını fark ediyorum o anda. Bir martı gelip kucağına tünüyor. Hiç korkmuyor ufaklık. Uzatıyor yavaşça küçük elini. Gövdesine bastıran küçük parmaklarla çöküp oturuyor martı, başını bir o yana bir bu yana döndürerek çevreyi kesmeye girişiyor. Huzurlu görünüyor ikisi de…
Kadının sesi çıkmıyor artık. Kalabalığın arasında yitip gitmiş. Bayılmış olmalı.
“Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” diyor bir kadın yanımda. Hanım hanımcık teyze giysisine uymayan, kıpkırmızı bir oje sürmüş dudaklarına. “Ya altı pis ya aç.”
Algılamamla tüylerimin ayağa dikilmesi bir oluyor. Kapkara bir kütle geliyor solumuzdan. Yavaşlayıp az önce önümüze serilmiş her türlü görüntüyü iğrenç enerjisine gömerek durağa yanaşıyor. İrkilmiş, kaçma dürtüsüne zorlukla karşı koyarak algılamaya çalışıyorum tanımsız nesneyi. Somut siyahlığın içindeki duygusal patlamalar midemi bulandırıyor. Bir kapısı var. İyice bakılırsa belli oluyor bu. Nefes alıyormuş gibi bir his yaratıyor insanda.
“Kimse binmesin,” diyor yaşlı, acı çekecesine bir yüzle. Alnından yanaklarına boncuk boncuk terler akıyor şimdi. Yüzündeki her kas ayrı seğirtiyor. Pantalonunun önüne bakıyorum ve utanıyorum bunu yaptığım için..
“Ay!” diye bağırıyor sağımda, durağın camına sırtını vermiş, bir süredir hiç durmadan mesaj yazan kız. Telefonunun elinden kopup gittiğini, döne döne uçup kütleye saplandığını görebiliyoruz yavaş çekim.
“Cebim!” diye bağırıyor o ve haykırışı da bir anda karanlık otobüsün içine çekiliveriyor. Olmayan sesiyle bir şeyler daha söylemeye çalışırken elleriyle ağzını kapatıyor, paniğin çılgınlığı gözlerine oturmuş. Yanaklarına akıveriyor korku dolu damlalar ve çenesinden aşağıya düşecekken uçup saplanıyorlar önümüzdeki karanlığa küçücük yağmur tanelerinden farksız.
Saat sesleri başlıyor yine. Tik tak tik tak. Rölantide çalışan gölgenin homurtularını bastırarak yükseliyor.
“Binmeyin sakın,” diye bağırıyor yaşlı, bir kez daha, sesini duyurabilmek için var gücüyle. Elini kalbinin üstüne koymuş zorlukla nefes alıyor.
Hiç durmadan “Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” cümlesini yineliyor kadın aklını yitirme korkusuyla. Değişiyor cümle çok geçmeden. “Bir sorunum olmalı benim, mutlaka,” derken hıçkırıklara boğuluyor. Her tekrar, acımasızca sallıyor çaresizlikten kaskatı kalmış vücudunu.
Kız içeri dalıp yok oluyor o an. Uçuyor havada, bir başkasının aklı. Geri dönmek için gösterdiği büyük çaba durağın camlarını zangır zangır sallıyor. Dişlerini son anda yakalıyor yaşlı. Dilini tutamıyor ama. Gözlerini de. Bir zamanlara ait güzel anılarım siliniyor birden beynimden. Kadının elbiseleri liflerden yapılmışçasına kolayca sıyrılıp gidiyor üstünden. Çırılçıplak yineliyor cümlenin ulaştığı son hali. “Birisiyle olmalıyım. Şimdi, şu an, hemen. İçime girmeli birisi. Lütfen…” Yalvarırken apış arasını tutuyor orası sanki zevk almıyor da daha çok acıyormuş gibi buruşmuş bir yüzle.
Gölge dağılıyor yanımda, yavaştan. Belirginleşiyor içindeki insanlar. Birden silkinip atıyorlar sanki üstlerindeki dumanı. Dikkatle kara kütlenin üstünde bir yerlere bakan, şuradan geçer mi gibisinden sorular soran yüzleri net bir şekilde görebiliyorum artık. Eciş bücüşler. Eski püskü ama temiz giysileri var. Yüzlerine umutsuzluk derin çizgiler atmış. Birden kararlarını verip içeriye biniyorlar tek tek.
Kör gözleriyle bastonuna dayanmış, ayakta zorlukla duruyor yaşlı adam. Umutsuzca hemen önünde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor bir köstebek gibi havayı koklayarak. Pantalonunun önüne ıslaklık yayılırken yavaşça atıyor adımlarını otobüsün karanlığına doğru. Dişsiz ağzından şapır şapır akıyor salyalar. Kendini parmaklarken bir çocuk gibi ağlıyor kadın ve yerde yavaşça sürükleniyor çekim gücüne kapılmış.
Sinirli bir hayvanı andıran bir homurtu yükseliyor o sırada kara kütlenin içinden. Titriyor. Hareketleniyor sonra ağırdan, incecik bir öksürükten farksız. Ve birden, müthiş bir hız yiyip bitiriyor onu. Gittiğinden emin olmasak da artık orada olmadığını görebiliyoruz. Rıhtımda toplaşmış halkın şimdi daha kalabalık, bağrışmaya devam ettiğini de...
Önümüzde, asfaltın üstünde, debelenerek bir şeyleri yakalamaya, elleri önde ayakta durmaya, birbirlerine vurmaya, ısırmaya, tırmıklamaya çalışıyor az önce kara kütlenin içine sürüklenen onca kişi…
Betona güm güm vuran yelkovan darbeleri duruyor bir an. Atlıyor sonra yarım bir vuruşla. Yok oluyor yaşanmış her şey. Sadece karanlık kalıyor. Buz gibi vücudum, kaskatı. Nefes alamıyorum! Büyük bir telaşla öne atıyorum kendimi ve yıvış yıvış bir dokuyu yırtarak gölgeden çıkıp yere, yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyorum. Bana bakıyor herkes. O anda da geliyor otobüs. ‘Taksim’ yazıyor önünde.

Cama tutunmaya, araçla birlikte ilerlemeye çalışıyor dışarıdaki görüntüler. Tökezleyen küçük bir çocuğun nasıl suratı buruşursa, beceremediklerinde onların da yaralı bir siliklikle kaplanıyor üstleri. Kalabalığın içinde, istiflenmiş bir balık gibi, burnum havada duruyorum. Tavanda bir örümcek. Yavaştan kıpırdanıyor. Yanımdaki adama bakıyor sanki küçük kara gözleriyle. Şöför dikiz aynasına sığışmış, iki büklüm içeriyi gözetliyor. Yeri boş. Gideceği yeri biliyor olmalı otobüs.
“Sizi tanıyorum ben,” diyor yanımdaki kadın gülerek. Hafif eğilmiş kafasına uyum göstermeden dimdik havada duruyor kızıla boyanmış saçları.
“Öyle mi?” demek üzere ağzımı açmışken “Konuşma onla, deli o,” diyor incecik, uzaklardan gelen bir ses.
Gülüyor kadın kıkır kıkır. Şiş karnını gösteriyor. “Biraz erken başladı sohbete.”
Düşünüyorum bir süre. Gözlerim kısılıyor hafif. “Nereden tanıyorsunuz beni?”
“Nereden mi? Sadece ben değil, hepimiz tanıyoruz. Bağırdınız ya az önce.”
“Avaz avaz,” diyor arkalardan birisi.
“Bağırdım mı?”
“Evet.”
“Bir yanlışınız olmalı,” diyorum kafamı sallayarak. “Burada bir şeyler düşünüyordum. ”
“Bağırdın arkadaşım,” diyor bıyıklı, otuz yaşlarında, pis bakışlı bir tip. “Hepimiz duyduk işte. Adım şu, onu yaparım bunu yaparım, beni şöyle umursamadılar, böyle kaale almadılar falan, hiç susmadın.”
“Bir işim var benim, dedi durdu...”
Omuzlarımı kaldırarak gülüyorum tepkisel. “Hiç hatırlamıyorum böyle bir şey.” Duruyorum bir an ve ekliyorum: “Çok saçma bu!”
“Bence çok güzel bir şeydi bu yaptığınız,” diyor yanımdaki kadın. “Keşke herkes sizin kadar cesur olsa.”
“Katılıyorum,” diyor kalın kaşlı, kartal burunlu bir genç. “Herkes tanışmalı bi kere. Aynı yerde yaşayıp birbirimize yabancı gibi davranmamız olacak iş değil.”
“Bunu anırmadan da yapabiliriz,” diyor pis bakışlı tip.
“Sizden nefret ediyorum, hepinizden,” diye bağırıyor incecik ses, uzaklardan. Özür dilercesine gülüyor hemen annesi.
“İşim yok ki benim,” diyorum ben, aklım karışmış.
“Öyle söylemediniz ama,” diyor kalabalığın arasından birisi.
“Yalan söyleyecek halim yok,” diye bağırıyorum birden. “Sizin suçlamalarınızı ciddiye almak zorunda değilim.” Ellerimin titrediğini fark ediyorum o an. Kıpkırmızı olduğumu... Engelleyemiyorum ansızın ortaya çıkan mantıksız hezeyanımın sürmek için gösterdiği çabayı. “Üstelik işim de var! Pazarlamacıyım ben. Yalan mı istiyorsunuz. Alın size yalan. İstemediğiniz şeyleri bile satabilirim size ama bunu yapmıyorum. Neden mi? Önemsiyorum sizi. Buna değmeseniz de böyle işte. Bi de kalkmış beni sorguluyorsunuz. Ne hakla!. Hah! Bağırmışım. İstediğim kadar bağırırım. Hakkınızda sizin bile bilmediği şeyler biliyorum ben…”
Susuyor herkes, önlerine bakıyor. Geçiyor manzara reklam yazılarıyla kaplanmış. Şöför rahatsız olduğunu belli edercesine yerini değiştiriyor dikiz aynasının içinde, kıçı koskocaman kaplıyor çerçeveyi. Boynumda kabarmış damarlar, mosmor bir yüzle bağırmaya devam ediyorum ben. Neden bahsettiğim konusunda hiçbir fikrim yok artık. Hatta duymuyorum bile kendimi. Sadece gürültü. Bir süre sonra pat, diye kapanıyor çenem. Zangırdayan, az sonra işeyecekmişim gibisinden hareketlere kapılmış bedenimden utancım kalıyor geride. Gözlerim dışarıya dikilmişken kulaklarım otobüsün içinden gelecek tepkileri bekliyor bir yandan. Hiç kimse tek kelime etmiyor. Saniyeler kaplumbağalara binmiş, ağızlarında incecik bir dal, gökyüzünü izleyerek rahat yolculuklarına devam ediyorlar. Gözlerime oturan tiki zorlukla durdurup, sıkıntı dolu bir nefes salarak yanımdaki kadına dönüyorum. “Özür dilerim,” diyorum yorgun bir ifadeyle.
Bana dönüyor ansızın, hiçbir şeyden haberi olmayan bir insan nasıl irkilirse. “Efendim?”
“Özür diliyorum,” diye yineliyorum lafımı. “Öyle bağırmamalıydım.”
“Ne dediğinizi anlamadım!”
Sinir üstüme atlıyor kapıyı çalmadan. Yine bir titreme alıyor vücudumu ama kendimi tutmayı başarıyorum. “Bağırdım ya,” diyorum incecik bir sesle.
Önüne dönüyor beni rahatsız edici bir gerizekalı konumunda bırakarak. Susuyor herkes dut yemiş bülbül gibi. İçimde kopan fırtınaları, bir kez daha avaz avaz bağırma isteğimi yutup manzaraya bakıyorum. Araba zangırdar, tekerleklerin yolu çekişi kulağımıza uğultularını yollarken aynı görüntü sabit duruyor şimdi. Taştan bir ev… Pencere açılıyor, tavşan kafasını dışarı çıkıp bana bakıyor ve keyifle gülüyor beni bulduğu için.
“Çay hazır. Kek de yaptım. Hadi in şu otobüsten.”
Birden hız yok ediyor onu. Çoook çok gerilere, upuzun bir siluet bırakarak uçuveriyor ev. Başım öyle bir dönüyor ki arka tarafa, boynumdan koca bir çatırtı koparken, kafasını uzatmış beni inceleyen herifle de burun buruna bırakıyor. Kulaklarının üstünde çalışıyor örümcek. Kafası alnına kadar ağa batmış. Dudakları sarkmış, ağzından küf kokusu süzülüyor çaydanlıktan kendini dışarı atan buhardan farksız. Burnundan aşağı atlıyor örümcek. Çeneye bir nokta koyup ağı yukarıya taşıyor yine.
Ağzı açılıyor adamın hafiften. “Beni tanıyor musun?” diye soruyor.
Kafamı iki yana sallıyorum. “Hayır.”
“Önemli de değil zaten,” diyor örümcek tekrardan çenesine atlarken. Gevşeyen ağı onarmak üzere bir ilmek daha atıp hemen yukarı fırlıyor hayvan. Adamın ağzı bu sefer daha az açılsa da konuşmayı becerebiliyor: “Sana söylemem gereken çok önemli bir şey var.”
Bu kadar güçsüz olamaz diye düşünüyorum. Galiba emeğe zarar vermekten kaçınıyor.
“Evet.”
Müthiş bir hızla çalışmaya devam ediyor örümcek.
“Çok az vaktin ka…”
Öksürüğe kapılıyor birden yanımdaki kadın. Cümlenin devamı da güme gidiyor böylece. Ona kızgın bir bakış fırlatıp tekrar adama dönerken ağların artık çenesini kapamak üzere olduğunu görüyorum.
Dudaklarını aralamak için müthiş bir güç harcıyor. “Sen… Oğlun!..”
Pencere kenarında oturan orta yaşlı parlak yüzlü adamın abartılı gülüşü patlıyor o sırada havada. Özellikle yaptığı ağzından çıkan kahkahaların yapay tınısından anlaşılabiliyor. Pencereden dışarıya dikilmiş gözlerini benden tarafa çevirmemek için özel bir gayret sarf ettiği de…
Eğiliyorum ona doğru. “Çok komik ha,” diyorum kaşlarım çatılmış. “Ben de gülmek isterim, konuyu öğrenebilir miyim?”
“Ah,” diyor bana dönerek. “Seni düşünüyordum.”
“Beni ha!” diye özellikle bağırıyorum. “Ne kadar ilginç!”
“Evet,” diyor o, başını anlayışlı bir sevecenlikle aşağıya eğerek. “Küçüklüğünü hatırladım birden. Arka bahçedeki limon ağacından, gübrelerin arasına düşmüştün. Karımla seni soymuş, bir güzel yıkamıştık.” Duygu yüklü bir kahkaha patlatıyor kafasını sallayarak. “Öyle komik görünüyordun ki! Bizi kırmayıp dansetmiştin. Küçük bir maymun gibiydin. Herkes seni izlemeye çıkmıştı pencerelere.”
“Yalan bu!” diyorum ben. “Öyle bir anım yok benim!”
Kendi söylediklerinden başka bir şeyi duymayı reddedenlerin tarzıyla ağzını şapırdatıp camdan tarafa dönüyor o yine. “Yaa, daha dün gibi hatırlıyorum o günü. Başıma gelecekleri bilsem...”
“Nooldu ki?” diye soruyor yanımdaki kadın.
“Karım kaçtı onunla… Yedi yaşındaki bir veletle, evet doğru bu. Kaçtılar.” Elini sallayıp metanetle gülüyor. “Bir daha da yüzlerini görmedim. İşte bu güne kadar. Ama bir şey de diyemiyorum. Çok şirin bir velettin sen. Belki ben de kadın olsam dayanamaz düşerdim peşine…”
“Duyduğum en saçma şey bu?” derken otobüs sakinlerini gözden geçiriyorum dalgacı bir yüzle.
“Ben de hatırlıyorum onu,” diyor kapının oraya sıkışmış, kel, gözlüklü bir tip. Güneşin derin yarıklar açtığı, susuzluktan kurumuş bir toprak gibi görünüyor derisi.. “Kendini süper kahraman zannederdi. Komik komik giysiler dikerdi kendisine. Evimizde çalışan kadın ona acıyıp bir baykuş kostümü hazırlamıştı hatta. Ha ha ha! Görmeliydiniz.” Dişlerinin arasından cık cık sesleri çıkartıp bana dikiyor akı bol gözlerini. “Çok sevimliydi ama bir süre sonra alay konusu olmaya başladı. Bu onu sinirlendiriyordu. Durup dururken patlardı birden. Onunla alay eder, kaçışırdı mahalledeki diğer çocuklar. Bunları da hatırlamıyorsun değil mi?”
Bana bakıyor bilmiş.
“Beni bir başkasıyla karıştırıyorsunuz,” diyorum kafamı sallayarak.
““Kimseyi karıştırdığım yok, inan,” diyor o. “Bana o günü yaşatan yüzü asla unutmadım. Her gece rüyamda tekrar tekrar görüyorum seni.” Küfredercesine bir tonda çıkıyor ağzından son sözler. “O gün, balkona çıkmıştım.” Öksürüp yutkunuşundan hatırladığı şeyin onu ciddi şekilde rahatsız ettiği belli oluyor. “Orada, trabzanın üstüne tünemiş duruyordu. Dördüncü katta…” Uzunca bir es veriyor. Çıt çıkmıyor. Nefes almıyor otobüs sakinleri… “Çok korktum. Sokak kapısı kapalıydı. Balkona nasıl çıktığını anlamamıştım. Bizim kadının diktiği kostümün kuyruğunun rüzgarda, uçup gitmek için can atan bir uçurtma gibi savruluşunu hiç unutmuyorum. Flap flap.” Acı acı gülerek bir daha tekrarlıyor bu sesi. “Flap flap! Aşağı inmesi için yalvardım ama duymuyordu beni. Boştu bakışları. Kaderine hakim olmak için bir karara varmaya çalıştığını anlayabiliyordum. Ölümle yaşam arasında, sızlanmalarımın duyulmadığı bir yerde duruyordu. Ve atladı.”
Tüm otobüs bana bakıyor şak diye.
“Düşmedi ama,” diyor adam bakışları tekrar üstüne çekerek. Başını sallarken ağlamasına ramak kalmış gibi görülüyor. “Uçup gitti, bir kırlangıç gibi, evet, bir kırlangıç gibi uçup gitti… Denizin üstünde döndüğünü gördüm sonra. Gökyüzünde süzüldüğünü… Güvercinlerden farksız taklalarla, vapurların güvertesine pike yaptığını, insanların ellerinden simitlerini kaptığını, martıların peşine düşüp kovaladığını… Bazen apartmanımıza yaklaşıyor, bir metre ötemde yerçekiminden arındırılmış bir bölge varmışçasına asılı, kavuşturulmuş kollarıyla kimbilir ne hale gelmiş yüzümü izliyordu. Bana bakışında çocukluğun o bitmek tükenmek bilmez neşesi, hayale duyulan katıksız inanç vardı. Zaferinin tadını çıkarıyordu. Kendi çaresizliğimizi, güçsüzlüğümüzü bahane ederek onu da sıradanlaştırmaya çalışmış, gülünç duruma düşen kendimiz olmuştuk.”
“Abartıyorsunuz bence biraz,” diyor bir genç.
Kurumuş dudaklarını diliyle ıslatıp üzgün bir şekilde süzüyor o yüzümü. Ona kızgın olup olmadığımı inceliyor sanki.
“Bakın beyefendi,” diye lafa başlayacak oluyorum ama o elini kaldırıp susturuyor beni. Gözlerini içerideki insanların yüzlerinde dolaştırırken devam ediyor lafına: “Zayıf bir insan kadar tehlikeli bir şey yoktur. Hepimiz öyleyiz, inanın. Hepimiz suçluyuz. O anda birden sinirlendim. Çok düşündüm sonra bunun sebebini. Onun özgürlüğüne imrendiğimi sanıyorum. Aklıma gelen şeyin, bu salak, mutlu çocuğun canını acıtabileceğini düşündüm ve engellemedim kendimi. İşte böyle. Büyüdüğünde herkes gibi onun da sıradan işlerde çalışacağını, boktan bir sistem için ömrünü heba edeceğini söyledim. Uç ya da uçma, bundan kaçamayacaksın, dedim.”
“Saçmalığa bakın,” diyor bir yaşlı, kızgın. “Çalıştığımız işlerin ne kötülüğü varmış. Ekmek peşinde, onurumuzla çalıştık biz beyefendi, kimseyi küçümseme öyle büyüklenip.”
“Sikiyim böyle işleri,” diyor bir genç.
“Düştü o zaman,” diyor adam gözlerinden bir anda boşanıveren yaşları silerek. Bağırıyor sonra denetimsiz ve örtüyor yaşlı elleriyle hüznünü. Yanındaki tip omzunu pışpışlıyor onu teskin etme gayretiyle. “Benim yüzümden öldü o. Yüzünde o an beliren hüsranı, umutsuzluğu görmenizi isterdim. Komplekslerimi kusup hayallerini aldım elinden. Öylesine şaşkın bakıyordu ki toprağa doğru uzaklaşırken…”
“Ama burada işte,” diyor yanımdaki tombul kadın. “Kanlı canlı önünüzde duruyor işte beyefendi. Boşuna üzüyorsunuz kendinizi, lütfen ama...”
“Hayır,” diyor adam burnunu çekerek. “Öldü o. Düştü.”
Sırıtamıyorum ben artık. Melankoli omuzlarımın üstüne tünemiş, yere bastırıyor koca kara ayaklarıyla.
“Ölmedim,” demeyi başarabiliyorum, ağzım burnum birbirine geçerken.
“Annem onun hakkında çok ilginç bir şeyler anlatmıştı,” diyor arka taraflardan genç bir kız. Herkes ona döner dönmez de ekliyor. “Ama unuttum şimdi.”
“Ben biliyorum,” diyor yanındaki esmer kız. Parlıyor gözleri. “Yine de kendisinin anlatması daha yerinde olur. Biraz ayıp bir şey…” Aramızda bir sürü tip olsa da görebiliyorum onun güzelliğini. Kuruyuveriyor gözyaşları elmacık kemiklerime inemeden. İncecik parmaklarının pürüzsüzlüğünü ağzımın içinde hissedebiliyorum. Nefesinden yayılan çilek kokusunu içime çekiyorum. Beline şöyle sarılıp sıkıversem küçücük menekşeler saçılacak havaya sanki.
“Anlatın lütfen,” diyor yanımdaki kadın ve ben kendime geliyorum o an. Otobüsün arkalarına uzayan gölgem hızla geri çekilip bir lastik gibi çarpıyor bana.
“Evet yahu,” diyor bir başkası. “Daha çok yolumuz var, iyi gelir.”
“Hiçbir şey anlatmayacağım,” diyorum. “Çünkü anlatacak bir şey yok. Artık anı bile uyduramıyorsunuz. Sizin yerinize ben…”
“O kazdığın çukur da mı yalan be!” diye bağırıyor incecik, sinirli bir tip. Bıyıkları zangırdıyor pörtlemiş gözlerinin öfkesine ayak uydurarak.
“Hangi çukur?”
“Senin yüzünden yok olup gitti koca bir şehir. Ne çukuru diye soruyorsun bir de!”
Bakıyorum ne demek istediğini anlamak gayretiyle. Bir sürü kişi ona katılıp kazlar gibi cazgırdamaya girişiyor. Aralarından sıyrılan sesi bir kat daha yüksek çıkıyor adamın.
“Herkes uyardı seni. Kazma dediler. Dinlemedin. Bir ses duyuyorum, dedin. Harika bir ezgi. Pöh! Bir sürü gerzek de inandı sana. Umut ettiler, beklediler avanaklar gibi. Öyle uzun sürdü ki bu, unutuldun bir süre sonra. Bir vagon aldırdın kendine. Boşalttığın topraklardan oluşan dağ, işte orada.” Gösterdiği tepecik uzaktan, oturmuş, küçücük elleriyle kumdan bir kale yapmaya çalışırken ağzı aşağı sarkmış küçük bir çocuğu andırıyor. “O gün! Önce bir çığlık duyuldu. Daha sonra herkes aynı şeyi söyledi. İlk aklımıza gelen çocukluğumuz, bizi güldüren ilk şey olmuştu. O yüzden, kimse o çığlığı kötü bir şeymiş gibi hatırlayamıyor. Ama ya sonrası! Birden yutuluverdi şehrin yarıya yakını. Yok olup gitti zavallı insanlar. Yüz binlerce kişi akrabasız, öksüz, biçare kalakaldı ortalıkta. Sırf sen güzelliğin, zavallı hayallerin, salakça ütopya martavallarının peşinde koşacaksın diye… Hah. linç etmek lazım aslında ya, nasıl herkes görmezden geliyor anlamıyorum…”
“Hah,” diye bağırıyor birden bir adam. Güçlü, erkeksi bir tip. Kalın kaşlarını iyice çatarak, “Çamur atmak ne kolay be! Sen gördün mü o çukuru? Dokundun mu çeperlerine. Kilinin tadına baktın mı hiç? Ben toprak kaymasına kapılıp düşenlerden biriyim işte. Belediye ekipleri beni bulup çıkarmazdan önce o kadar mutluydum ki. Gerçekler etimizi ısırmıyordu orada arkadaşım. Pamuklu bir yorgan gibi sarmıştı çevremizi mutluluk. Ellerimizin altında ne de kolay yoğruluyor, anlamlı şekillere kavuşuyordu toprak.” Durup elinin tersiyle siliyor gözlerinden süzülen yaşları. “Geleceği inşa ediyorduk dokunuşlarımızla. Soluklarımız içine sızıp canlandırıyordu rüyalarımızı… Siz, bizi iğrenç grayderlerinizle bulup çıkarmazdan önceydi bunlar…”
“Benim anlamadığım, polislerin nasıl olup da onu görmediği,” diyor beyaz sakallı, sinsi yüzlü bir adam. “Görüyorduk onu. Eli çenesinde düşünüp duruyordu parka koyduğu masada. Gökyüzüne doğru kemikten, beyaz, kocaman bir kütle çıkıyordu o sıkıntıyla ıkınıp sıkındıkça. Şehrin tam ortasında, her gün, çayını içiyor, bir şeyler mırıldanıyor, defterine saçma sapan çizimler karalıyordu.. Herkes her gün en az bir kere yanından geçmiş, selam vermiş, selam almıştır. Her yer “aranıyor!” ilanlarıyla kaplıyken polisler yine de bulamıyordu gözlerinin önündeki adamı.”
“Çünkü hiçbir zaman kendi olmadı o. Hep saklandı,” diyor yanımdaki kadın. “Onu arayanlar bir başkasını gördüler karşılarında. Bir başkasını arayanlar da onu.”
“Kimle konuştuğumuzu da bilmiyoruz,” diyor ona katılan bir başka tip. “Üstünden kayıp gidiyor her şey. Onu yok etmeye çalıştığımızda kendimizi yok ediyoruz. Kızgınlığımız, öfkemiz birbirimize saplanıyor.”
“Sizden nefret etmem için uğraşıyorsunuz ama yapmayacağım bunu,” diyorum kısılmış, küçülmüş, yılların tortusunu üstünde taşımaktan yorulmuş bir sesle.

İzleyiciler

Hakkımda

Fotoğrafım
Doğmadı Yaşamadı ve Ölmedi Haven't Been Born, Live or Die Pas!été né, existé ou mort